GÖKYÜZÜNDEN SEVGİ YAĞAR MI?

Şiddetin bir dili var.

Tacizin, tecavüzün, işkencenin, yalanın, ikiyüzlülüğün, gücün, iktidarın ve savaşın ve de zulmün bir dili var. Bu dil yakıcı, yıkıcı, yok edici ve de öldürücü bir dil.

Çığlığın, ötekileştirilenin, merhametin, adaletin, hukukun, kadının, çocuğun, doğanın, özgürlüğün ve sevginin bir dili, bir sesi ve bir soluğu yok artık.

Kuşlar öldürüldü, balıklar, kadınlar, çocuklar, ağaçlar öldürüldü.

Gücü ve güçten doğan zulmü elinde bulunduranlar, kendilerini biz diye tanımladırlar. Ve cümleleri şöyle başladı. Bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayan ve bizim gibi sevişmeyenlere yaşam hakkı tanımıyoruz.

Notalar artık ses vermiyor. Sahnenin perdeleri açılmıyor. Ağaçlar kesildi, yakıldı. Topraktan asit fışkırıyor. Yediğimiz içtiğimiz her şeyden zehir akıyor. İkilim çürüdü.

İnsan olmanın farkındalığını bilenler, bilincine varanlar, sözünü söylemekten korkmadılar ve öldürüldüler. Yaşama irade koymaya çalışanların yeri ise zindanlar oldu.

Adalette, eğitimde, sağlıkta ve gelir paylaşımdaki uçurum sürdükçe sevgiden ve sevgi toplumundan söz edilebilir miyiz?

Özgürlüğün olmadığı yerde sevgi yeşerir mi?

İnsanın kendisine ve doğadaki diğer canlılara yapmış olduğu en büyük yıkım; özünden uzaklaşarak robotlaşmasıdır.

Kötü kullanılan teknoloji ve tüketime dayalı pazar, robotlaşmayı içinde barındırır. İnsanın robotlaştığı yerde; hiçbir canlıya yaşam hakkı yoktur.

Kapitalizm, kendi varlığını sürdürmek için hasta ve köle insanlar topluluğuna ihtiyaç duyuyor.

Ölü nesneler üreterek; (Evler, arabalar, banka hesapları, kred kredi kartları, televizyonlar, bilgisayarlar, cep telefonları vs.) mutlu insan yanılsamasını yaratmaktadır.

Sevgi, insana değil, nesnelere yönlendirilip, beyinler tasarlanan formata uygun bir şekilde maniple edilmektedir.

  “İnsan, toplumsal organizasyon içinde yaşamayı öğrenmiş ve kendisini toplumsal varlık olarak tanımlamıştır. Kurduğu bu yapı içinde sürekli değişen büyüyen ve çeşitlenen iş bölümü sürecinde yapmayı üstlendiği işlerden koparılmış ve yalıtılmıştır.”

Bütün, parçalara ayrılmış ve bu körlük hali uzmanlık diye tanımlanmıştır. Bütünü görmenin önü kapatılmıştır.

İnsanlar cansız nesnelere dönüştürülmüşlerdir. Nesnelerin yönetilmesi çok kolaydır. Çünkü nesneleşme umutsuzluğu beraberinde getirir.

İnsan, kendi kendine yarattığı bu hastalıklı toplum içinde yalnızlık ve dışlanmışlık çemberinde dönüp durmaktadır.

Üretmek, insanı geliştiren umut ve ideale doğru yol aldıran bir çaba iken; “Üretimden kopuk mekanik olarak yapılan iş, zamanla alışkanlığa, zorunluluğa, tutsaklığa ve yalnızca para kazanma aracına dönüşmüştür.”

Oysa ki, insanın yaşama yaklaşımı mekanik değil, işlevseldir. Parçaları değil, bütünü görür.

İnsanlık, konformizm tutsağı ve aşığı olup çıkmıştır; bu durum yaşam alanlarımızı daha da çok sınırlamıştır. Kahkaha atmıyoruz artık. Dudaklarımızı genişletip yaymamız yetiyor. Hep beraber gülümsüyoruz.

Birbirimizi dinleyip, anlamıyoruz; yalnızca yargılıyoruz.

Derin, yürek ferahlatan, umut aşılayan, ufku sınırsız, sohbetlerin yerini hiçbir anlam içermeyen gevezeliklerle dolduruyoruz.

Bu yıkımı aşmanın yolu; insanın hayatla kurduğu bağla; yani sevgiyle, vicdanla, akılla, erdemle, adalet ve özgürlükle olabilir.

İnsanın irade koyması ve kendi bilincinin farkına vararak bu bilinçle bir özne olarak kendini yeniden tanımlaması gerekmektedir

Bu çöküş ve körlük hali, ancak eğitimle çözülebilir.

Eğitim; insanı nesneleştirmeye değil, geliştirmeye yönelik olarak kurgulanmalıdır. Ölü değil, canlı olmalı, hayatın içine itmeli, bilimin, sanatın, edebiyatın, felsefenin peşinden yürütmeli, sınırların, duvarların ve yasakların olmadığı, çocuğun kendini gerçekleştirme ve kendini aşma olanağı yolunda ilerlemesine yardım etmeli ve yolunu açmalıdır.

Böyle bir varlık, kesinliğin değil, sonsuzluğun peşinde koşar. Pazardan, yarışmadan, başarıdan, aldığı notlardan değil, kendini gerçekleştirmekten ve sevgiden ilham alarak bugünün içinde ayakta durur.

Kalbimiz için ne yapıyoruz, gözlerimiz, bağırsaklarımız, beynimiz için ne yapıyoruz? Bedenimizi tanıyıp seviyor muyuz? Saçlarımızı okşuyor muyuz? Gözlerimizin içine sevgiyle bakıyor muyuz? Bize böyle bir sevgi öğretildi mi?

İnsanlar geçmişte güne başlarken inandıkları tanrı için ne yapabilirim diye soruyorken; bugün, kapitalizm için ne yapabileceklerini soruyorlar.

Dualarını, ayinlerini, günah çıkarma törenlerini; Camiler, Havralar ve Kiliseler yerine AVM’lerin rengârenk vitrinlerinde ve Fast Food gıdalarla doyuma ulaşarak yeni bir yaşam keşfettiler.

Bu keşif, yeni bir din yaratmada gecikmedi. Kapitalizmin dinini. İnsanlık para ve nesnelere tapınmaya başladı.

Ekonomik, teknolojik ve bilimsel bilgilerin harmanlandığı insanları köleleştiren yeni bir din oluşturuldu.

Sistem yeniden tasarlandı ve güdüm bilimi devreye sokuldu.

İnsanı teslim alan ve mutlak haz diye sunulan bu sahte oyun bu yeni dinin oyunudur.

Her şey hıza bağlanmış, bir yerlere yetişme, bir şeylerin peşinde koşmaya odaklanmıştır.

Oysa; bedenin gerçek hazzı, rahatlık ve sükûnete dayanır. Akıl, vicdan ve öngörüyle yaşanan bir süreçtir.

Kapitalizmin yarattığı bu dünya, insanı yeniden yaratma peşinde. “Uzman diye tanımlanan ve insanı yeniden yaratan, plastik cerrahlar, ideologlar, seks uzmanları, iletişim ve reklâm uzmanları ve aile terapistleri tarafından güdülenen insanlar, bu yeni dünyaya daha da uygun olsunlar diye bilgisayarlar gibi sürekli yeniden yeniden formatlanıyorlar.” Bilgisayarların sürümleri gibi.

Genç olmak, çocuksu olmak, güzel olmak, zayıf olmak, popüler olmak, sosyal medyada görünür olmak, beğenilmek, yarışta başarılı olmak.

Tam ve kesin denetim altındaki canlılar, yaşamın tek temel özelliğini olan özgürlüğü yitirirler.

Günümüz insanı bu yaşam biçimiyle, hiçbir yere tutunamadığı için boşlukta salınıp duruyor.

Artık hiçbir şey onu engelleyemez; ne savaşlar, ne doğanın katliamı ne dünyanın yıkımı. 

“Onun tek doğrusu, tek düşünüşü ve tek eylem biçimi; mülk edinme, fon ve finans pazarında üretmeden bir yer kapma savaşı ve nesne seviciliğidir.”

Bu gidişi değiştirmenin yöntemi toplumsal sürecin dinamik öğelerden birisi olan insana inançtır. İnsanı yeniden tanımlayabilirsek, sevgiyi yeşertebiliriz.

İnsanın özü; kendisine biçim veren kültür dokusunun ürünüdür. İnsanın özü iyilik-kötülük, sevgi-nefret değil, çelişkilerden oluşuyorsa, bu çelişkiler yeni çözümler getiriyorsa, bu çözümler yeni çelişkilere yol açıyorsa; insan bu ikilemi gerileyici ve ilerleyici bir tutumla çözebilir.

“Rönesans ve aydınlanma insanlığın gelişimi için en önemli çağ olmuştur. Bu çağının umudu ve gücü insana olan inançtı. İnsana inanmak sevgiyi doğurur.” (13. yy)

“Homo Sapiens”ın büyük deneyi” başarısızlığa uğramasın istiyorsak, öğreneceğimiz en önemli beceri sevgidir.” Sevme sanatını öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz.

Sevgi; insanın dünyaya ve hayata bakışı ve onun karşısındaki sorumluluğudur.

Tek bir kişiye ya da nesneye bağlılık değildir.

Hayal kurmanın, içsel donanımın, gelişim ve değişimin ifade biçimidir.

Vicdanı, bilgiyi, özeni, sorumluluğu, merhameti, şefkati, akıl ve kalbi içinde barındırır.

Dünyayı ve insanı sevginin kurtaracağına inanıyor ve çözümü sevgide görüyorsak; sevginin bireysel bir yaşam olmadığını, toplumsal bir yürek olduğunu hep birlikte öğrenip, öğretmeliyiz.

Yaşadığımız dünyada sevgi çiçek açsın istiyorsak; toplumsal yapıda radikal ve önemli değişiklikler yapmamız gerektiğini de kabul etmek zorundayız.

İnsan doğası, insan evriminin ürünüdür. Bilinç ve vicdanla sevgi büyütülebilir ve geliştirilebilir.

Kapitalizmin eseri nesne sevici insan olmak istemiyorsak, onun nesne şenliklerini ve nesne günlerini çoğaltmak yerine; dünya ve hayat karşısındaki duruşumuzun sorumluluğunu almalıyız.

            İnsanlık, kendisini kapitalizme bağlayan göbek kordonunu koparmadığı sürece sevgiden ve sevgi toplumundan söz etmek, ironiden öteye geçmez.

 Artık yorumlar çağı bitti. Şimdi; hayal etme, değişme ve değiştirme zamanı.

 *Tırnak içindeki italik bölümler EricH Fromm’dan alınmıştır.

Emine Aydoğdu

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.