GÜNEŞİMİ KAPATMA…

Savcı: El Salvador’da ne yapıyordun?
Che: Tenimi bronzlaştırıyordum.
Savcı: Peki binayı neden havaya uçurdun?
Che: Güneşimi kapatıyordu.
Mecit, güneşini engelleyen herkese sırtını dönmüştü. Ne kardeş, ne akraba hiç kimseyle bir daha görüşmemek üzere yüzünü dönüp gitmişti. En sonunda eşinden de ayrılmış yalnız başına yaşıyordu. Çocukları da kendisiyle arada bir telefonla görüşüyorlardı.
Yıllar yılı yalnızdı. Yine Che’nin bir sözü geldi aklına, “Tanrı beni dostlarımdan korusun. Düşmanlarımı kendi başıma yenebilirim.”
Hafiften bir yağmur çiseliyordu. Mecit yürüyordu, otobüse binmek istememiş, tek başına yağmur altında yürümeyi seçmişti. Evi uzaktı ama olsun yağmurun sesi ruhunu dinlendiriyordu. Bir yandan da rüzgar esiyordu. Mecit üşümüyordu çünkü yüreği sıcacıktı. Yüreği ısınmayan bir insan üşürmüş… Doğruydu. Mecit üşümüyordu çünkü yüreğinde sevdiği biri vardı ve sıcaklığı Mecit’i üşütmüyordu. Yıllar oldu sevdiğiyle de görüşmemişti. Ne halde olduğunu bilmiyordu. Yağmur hızlandı Mecit yolu yarılamıştı. Evine giden yolda ufak bir yokuş vardı. Oraya geldiği zaman yağmur suları bir sele dönüşmüştü. Taşı toprağı önüne katmış getirmişti, yürümekte zorlanıyordu. Bir ara ayağı kaydı düştü, düşerken dizkapağı büyük bir taşa çarpmıştı. Kalkmak istedi bir türlü kalkamadı, öylece yarım saate yakın yağmurun altında kalakaldı. Birden omzuna bir el dokundu; “Mecit amca ne oldu sana?” dedi. Komşunun oğlu Kerim’di, Mecit’i kaldırdı, kolunu omzuna attı evine kadar götürdü, elbiselerini çıkarıp yatağa uzattı, geri dönüp kendi evine gitti, bir tas çorba alıp getirmişti. Mecit’e içirdi, sabaha kadar onunla kaldı, yalnız bırakmak istemiyordu. Çünkü biliyordu ki Mecit yalnızdı, pek geleni gideni yoktu, günlerce Mecit ile ilgilendi.
Mecit kendine gelince çantasına birkaç giyecek koydu, sırtına attı yürüdü, yürüdü… Nereye gideceğine henüz karar vermemişti ama güneşini kapatanlardan çok uzaklara gitmek istiyordu.
Denize yakın bir ilçede ufak bir ev tuttu ve orada yalnız başına yaşamaya başladı. Günler, aylar birbirini kovalarken bir gün telefonu çaldı. Arayan sevdiği Berivan’dı. Yanına gelmek istiyordu ve günler sonra Berivan geldi. Büyük bir özlemle sarılıp kucaklaştılar, sabaha kadar dertleştiler, Mecit hep şunu soruyordu; “Berivan, biliyorum yolun çok uzak ama neden bu kadar geç kaldın Berivan neden?”
Sabah ezanı okundu ve halen uyumamışlardı, kalkıp yatağa gidip biraz uyudular. Mecit uyandığında gün öğlene yaklaşıyordu. Berivan’ı uyandırdı. “Sen çay hazırla, ben ekmek almaya gidiyorum” dedi. Dışarı çıktı sevinçten uçuyordu, sonunda kader yüzüne gülmüştü, yıllardır aradığı mutluluğu bulmuştu, böyle bir sevinç içerisinde caddeyi geçmek istediği anda hiç sağına soluna bakmamıştı. Bir kamyon hızla Mecit’e çarptı. Mecit olduğu yerde hayata gözlerini yummuştu. Kalabalık toplandı yerde yatan Mecit’e bakıyorlardı.
Berivan, Mecit’in geç kaldığını görünce dışarı çıkıp yola baktı, kimse yoktu ama aşağıda kalabalık toplanmıştı. Kalabalığa doğru yürüdü bir baktı ki Mecit yerde boylu boyunca yatıyor… Büyük bir çığlık atarak başucuna gitti, üzerine abandı, başını kollarına alıp ağlıyordu. Mecit’in gözleri açıktı, gülüyordu sanki. Berivan, yaşlı gözlerle Mecit’in gözlerine bakıyordu. Mecit, sanki Berivan’a gözleriyle şöyle diyordu; “Çok mutluyum Berivan. Güneşimi kapatma…”