MUTLULUK DEDİĞİN

Çocukluğum geldi aklıma… Doğup büyüdüğüm köyün dağlarında, ovalarında gezip dolaştığım, hemen aşağısında akan ırmaktan kana kana su içtiğim, kuzuların peşinden koştuğum, değirmenin üst tarafındaki dut ağacından doyasıya dut yediğim günleri anımsadım.
Sıcak yaz gecelerinde evin damının üstünde yatarken yıldızları saydığım geceleri hatırladım. Yıldızların kayıp gittiğini belli bir süre sonra kaybolduğunu seyrederdim. Her yıldız kaydığından dünyada bir insanın öldüğüne inanırdım. Sabah gün doğmadan horozların birbirini takip edercesine uzun uzun ötüşleri ayrı bir ahenk katardı çocukluğuma.
İnsan çocukken söylenen her söze inanırdı. Bir de yaşlanmaya yüz tuttuğunda insanın her söylenene inandığını anlatırlardı büyüklerimiz. Ama ben yaşımın her safhasında inanırdım. Dostluğun kutsallığına, arkadaşlığa, kardeşliğin bulunmaz bir servet olduğuna, aşka, sevgiye, sevdaya, yoluna baş koyduğum sevdiklerime ve güzel olan her şeye inanırdım. Onların kalıcı olduğuna ve asla bitmeyeceğine…
Ne acıdır ki yaşam bana bu duyguların yanlışlığını öğretti.
Çocukluk günlerim geride kalmıştı, gurbete çıktım, hayata atıldım, sudan dışarı çıkmış şaşkın bir balık gibiydim bu koca şehirde.
Aşklar yaşadım fırtınalı, inişli- çıkışlı sevdalar çektim acılı hicranlı, yuvalar kurdum, içinde sevginin saygının olduğu… Çocuklarım oldu bir ay parçası. Ne acıdır ki en ufak bir rüzgarın esintisiyle kurumuş bir yaprağın dalından kopup düştüğü gibi dağılıp gitti.
Yalnız kaldım. Hep yol gözledim, mutlaka bir gün mutluluğun gelip beni bulacağına inandım. Oysa boşuna beklemiştim. Mutluluk gelmezdi benim onu arayıp bulmam gerekiyordu. Onu da bulamadım. Kaderime boyun eğmiştim sevdiğimin beni terk edip gittiğinde. Uzanıp elinden tutmak istedim ama bu cesareti kendimde bulamadım. “Gitme” diyecektim. “Çok fırtınalı günlerimiz oldu ama gidişin bir tufan” olur demek istedim ama nutkum tutulmuştu sanki hiçbir şey söyleyemedim, arkasından öylece bakakaldım. Garipçe, üzgün ve acıyla, gözlerimden iki damla yaş süzülüp gitti…
Kaybettiğim her şeyin sonunda kendimi bulmuştum. Bu da çok önemliydi. İnsanın kendini bulması, geçmişteki hatalarını yargılaması, irdelemesi, sorgulaması, iyilikle nankörlüğün, sadakatle ihanetin, sevgi ile nefretin ayrı hücreleri taşıyan ikiz kardeş olduklarını bilmesi, ancak insan kendini bulduğunda anlıyordu. Bu tür yargılamaları yapınca yüreğinde taşıdığı sevdayı, hasreti, özlemi boşa heba etmek istemiyordu. Kilit vuruyordu yüreğine bir daha açılmamak üzere…
Evden çıktım dalgın dalgın sahile doğru yürüdüm. Sahilin karşısındaki bir kahveye oturdum, bir çay istedim, garson çayı getirdi. Düşünceli bir şekilde çayımı yudumladım. Üzerine de bir sigara yaktım. Dalgın dalgın denizi seyrediyordum. O güzelim maviliğini, martıların birbirleriyle yarışırcasına uçuşlarını iizliyordum. Kahvenin duvarında ceviz ağacından kaplı büyükçe bir radyo vardı. Yanık bir türkü çalıyordu radyoda kulak misafiri oldum. Sanki benim hayatımı anlatıyordu. Aklımda iki mısrası kalmıştı hiç unutamadığım.
Mutluluk dediğin bana el gibi
Birkaç gün misafir kalıp gidiyor…