ALOŞ

İlk ata bindiğimde yedi yaşındaydım. Annem öğretmişti. Topraktan fışkıran çiçeklerin gökyüzüne selam çaktığı zamandı. Annemin güvenli kolları arasında, çamlarla bezeli ormanın daracık yollarında, aheste aheste gezinirdik. Küçük çam ağaçlarına böbürlenerek tepeden bakardım. Annem yüzümü görmese de nefesimden anlardı üstünlük tasladığımı. Başımın arkasından saçlarımı öper: “Seni yaramaz seni” derdi.
İnsanın ayaklarının topraktan kurtulması sevinçli bir duyguydu. Bu duygu ağaçlardan daha özgür olduğumu fısıldardı kulağıma. Onlar kökleriyle toprağa bağlıydı. Hâlbuki ben her yere gidebilirdim. Her mevsimde yaşayabilirdim. Düşündüklerimi anneme coşkuyla anlattığımda; annem: “Hmm demek öyle düşünüyorsun? Haklı olabilirsin; ama ormanda gördüğümüz ve görmediğimiz canlıları, ağaçlar gibi koruyup kollayabilir misin? Onlara ev sahipliği yapabilir misin? Onların yaşamasını sağlayabilir misin? diye soruları arka arkaya sıralayınca, şaşırıp kaldım. Hiçbir şey söyleyemezdim. “Soruların üzerinde düşün istersen” dedi. Annemle at üstünde konuşmak, hayal kurmama neden olurdu. En mutlu günlerimdi. Coşkudan yüreğim Aras Nehri gibi taşardı. Gökyüzü bile küçücük görünürdü.
Annem gittikten sonra Aloş’la tek başıma gezinti yapmaya başladım. Aloş’la annem ayrılmaz iki arkadaştı. Aloş koşmaya başlayınca, rüzgârı peşi sıra sürüklüyordu. Aloş’un Kızıl yeleleri ile annemin siyah saçları, rüzgârda kanat çırpmaya çalışan kuşlara benziyorlardı. Yola çıktıklarında gözden kayboluncaya değin onları izlerdim. Nal sesleri, notalarını bildiğim bir müzik gibi kulaklarımda çınlardı. Geri dönüşlerini bu müziğin sesinden anlardım. Annem Aloş’un üzerinden bir yay gibi fırlar ve dimdik ayakta dururdu. Annem gibi ata binmek için elimden gelen çabayı gösteriyordum. Babam, “henüz yeterli değil” diyordu. Yazın ortalarına doğru artık iyi bir binici olduğumu babama kanıtlamıştım. Başımı okşayıp aferin sana dediğinde anlamıştım bunu.
Sonbaharın ilk ayına göre ılık bir gündü. Arada bir esen rüzgârla üşüsem de sevinçliydim. Rüzgâr, saçlarıma konup konup kalkıyordu. Babam ormana yakın küçük kulübesinde odun yontuyordu: “Marangozluk işi sabır işidir evlat! Ağaçlarla birlikte zaman geçirmek gerek, onların dilinden anlamazsan eğilip bükülmezler.” Ne kadar çok öğrenmem gereken şey vardı. Aklım karışıyordu.
Babam yorulunca, soğuk ve taze su içerdi. Onbeş dakika uzaklıktaki çeşmeden testiyle su getirmemi istedi. Kollarımın altından tutup Aloş’un üzerine bindirdi. Toprak testiyi kucağıma koydu. Bir elimle testiyi, diğeriyle atın gemini sıkı tutmamı söyledi. “Senin için çok basit iş. Çeşme taşının üzerine inip, suyu doldurduktan sonra, tekrar taşın üzerine çıkıp ata bindin mi, görevini tamamlamış olursun. Ben de sayende soğuk bir su içmiş olurum. Haydi, göreyim seni. Binemezsen birinden yardım iste. Nasılsa su almaya gelen biri olur.” Bunları söylerken yüzü kırmızı balona benziyordu. Arı sokmuştu. Şişlik gözünün birini kapatmıştı. Komik duruyordu. Çizgi film kahramanına benziyordu. Yüzüne bakınca içimden gülmek geliyordu. Gülmemek için dilimi dudaklarımı ısırıyordum. Atın sağrısına eliyle vurup: “Haydi gidin bakalım, uğurlar olsun. Oyalanma yollarda, tez gel!”
Ağaçların arasından toprak yola çıktım. Topuklarımla Aloş’un karnına yavaş yavaş vurmaya başladım. Biraz hızlansın istiyordum. Aloş keyifli keyifli yürüyor, benim topuk darbelerimi ciddiye almıyordu. Yolu yarılamıştık ki kulaklarımı sağır eden bir ses duydum. Sesle birlikte at dörtnala koşmaya başladı. Korkudan yüreğim ağzımda atıyordu. Bağırmak istiyordum; ama sesim çıkmıyordu. Bir elimle gemi kendime çekmeye çalışsam da bir türlü Aloş’u durduramıyordum. Toprak testi diğer elimden yuvarlanıp düştü. Bir anlığına başımı geriye çevirip testiye baktım, parçalara ayrılmıştı. Aloş deli gibi koşuyordu. Gemin yerine yelelerini tutuyordum. Nasıl olduğunu anlayamadan toprak yola savruldum. Aloş o kadar hızlı koşuyordu ki sanki ayakları toprağa değmiyordu. Kendime geldiğimde sağ kolum ile sağ bacağım çok ağrıyordu. Zorlukla ayağa kalktım. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Ağrı yürümemi engelliyordu. Diz kapağımın ağrısı dayanılmazdı. Sağ ayağımı sürüyerek yürüyordum. Yol bomboştu. Giden gelen hiç kimse yoktu. Bağırsam, kim duyabilirdi ki? Midem bulanıyordu. Kusmaya başladım. Sanki rüzgâr gökyüzünü önüne katmış fırıl fırıl çeviriyordu. Gözlerim kapanır gibi oldu. Olduğum yere yığıldım. O ara bir karaltı gördüm. Aloş’tu. Yelelerini savura savura geliyordu. Yanıma gelip burnuyla kafama dokundu. Ben hareket edemeyince burnuyla itmeye başladı. Nefes nefeseydi. Burun deliklerinden yüzüme sıcak hava üflüyordu. Yelelerinden tutup ayağa kalkmak için uğraştım olmadı. Bir kaç kere yekindim, kalkamadım. Boylu boyunca toprak yola uzandım. Aloş kişnemeye başladı. Olduğu yerde dönüp duruyordu. Onun kişnemesiyle benim iniltilerim birbirine karışmıştı. Aloş bir an dönmekten vazgeçti. Ön ayaklarının diz kapaklarını toprağa yaslayıp burnuyla beni itmeye başladı. Ayağa kalkmamı istiyordu. Boynunu iyice eğmişti. Yelelerine tutunup yan dönmeye uğraştım. Kol ve ayağımın ağrısı hareket etmemi engelliyordu. Sol kol ve sol ayağımın yönünde çember çizerek yerde sırt üstü sürünerek atın diğer yanına geçtim. Merakla beni izliyordu. Sol yanımı Aloş’un gövdesine dayayıp sol kolumdan güç alıp tutunma çabam da boşa gitti. Ağlamaya başladım. Aloş burnuyla bana dokunup teselli etmeye çalışıyordu. Ağlamam bir türlü dinmedi. Kolum ve ayağım çok acıyordu. Aslında kol ve bacağım için ağlamıyordum. Suçluluk duygusu acıdan daha ağır gelmişti. Suyu babama götürememiştim. Annemin ölmeden önce yaptığı, kırmızı benekli mavi testiyi kırmıştım. Kafamın içi karmakarışıktı. Yalnızca ağlamak istiyorum. Belki de bir daha Aloş’a binemeyecektim. Babam izin vermeyecekti. Bir işi beceremedin diyecekti. Utancımdan ne yapacağımı bilmiyordum. Beynimin içinde bunlar dönüp dururken Aloş yanıma boylu boyunca uzandı. Aloş’un boylu boyunca uzanışı aklıma ölümü getirdi. Ölmek istiyordum. Annem gibi birdenbire. Hiç beklenmedik zamanda ve biçimde. O ani ve haber vermeden gelen, kalp krizi denilen ölümle.
Güneş daha doğmadan Aloş’la ormana gider; uzun gezintilerden sonra dönerdi. Biz uyuyor olurduk. Annem çok erken kalkardı. Ölümü Aloş’un yanında oldu. Avluda onu tımar ederken ölmüştü. Annemi bulduğumuzda Aloş’un karnının altında boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Aloş, başını öne doğru eğmiş kıpırdamadan heykel gibi duruyordu. Sanki annemi dört ayağı arasına saklamış, korumasına almıştı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Aloş’un ağladığını ilk kez görmüştüm. Atların da ağlayacağını o gün öğrendim. Rüyamda kelebeklerle uçuyordum. Aloş’un acı acı kişnemesine uyandım. Babam beni göğsüne bastırarak hıçkıra hıçkıra ağladı. Benim gözlerimden asla yaş gelmedi. Ağlamayı reddettim. O günden sonra hiç ağlamadım; ama şimdi gözyaşlarımı durduramıyordum.
Annemin yanına gidersem bütün bunları unutur, yeniden neşelenebilirdim. Ben gidersem babam ve Aloş yalnız kalacaklardı. Onları bırakamazdım. Hayır, ölemem, onları yapayalnız bırakamam. Ölümü düşünmekten, onu çağırmaktan vazgeçtim. Rüzgârın uğultusu, kulaklarıma girip girip çıkıyordu. Aloş’un sıcaklığı uykumu getirmişti.
Gözlerimi açtığımda evde yatakta yatıyordum. Babam yatağın kenarına oturmuştu. Eli alnımda bana bakıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kavrayamadığım bir şeyler beni başkalaştırmıştı. Dünden bugüne değişmiştim. Gözyaşlarım, istemsiz akıyordu. Babam, eğilip sarıldı bana. Ağlamaktan konuşamıyordum.
Ben… Nasıl geldim? Beni kim getirdi? Babam: “Aloş” dedi. Şaşkınlığım yüzüme yansımış olmalı. Bunu babamın gözlerinden anladım: “Aloş, belindeki kemere, pantolona ve gömleğe dişlerini takarak seni ağzında getirdi. Giysilerini ağzına öyle ustalıkla almış ki tenine hiç dokunmamış. Yeni doğmuş yavrusunu taşır gibi seni marangozhaneye getirdi. Bayılmıştın. Doktor kırık olmadığını söyledi. Kol ve bacağında eziklikler varmış. Diz kapağın biraz zedelenmiş. Sabır, sabır, zamanla geçecek. Ağrı kesici ve pomadı kullanınca kısa sürede iyileşeceksin. Sakın yılgınlığa düşme evlat. Annen ne diyordu. “Yaşam bir irade sorunudur. İrade gücü olmadan dik duramayız.” Babam bunları neden bana anlatıyordu. Düşündüklerimi nasıl hissetti acaba?… Belki de… Uyurken konuştum mu ben baba? Deyince, babam gülümsedi.
“Aloş seni getirirken görüntüsü müthişti. Direncin, aklın ve içgüdünün başarısı okunuyordu gözlerinden. Öyle mahzundu ki görüntüsü. Sanki annenin yerine geçmişti.
Taş ocağında arka arkaya dinamit patlatmışlar. Aloş sesten ürkmüş. Bu korkunç ses hayvanları değil bizi de ürkütüyor evlat! Şiddet canlıların bedenlerini ve ruhlarını katılaştırıyor. İmza topladık. Elbirliğiyle ocağı kapattıracağız. Dağları delik deşik etmelerine izin vermeyeceğiz. Sen merak etme!” dedi.
Babamın gözlerinden yayılan ışık, düş gücümü ve bedenimi iyileştirdi. “Haydi, bir cesaret, Aloş şimdi seni merak eder. Babam beni kucağına aldı Aloş’un yanına götürdü. Başımı boynuna yasladım. Annem arkadan saçlarımı öpüyordu.