KARTALLAR GİTTİ

            Tepenin doruklarında büyükçe bir kayanın üstüne oturmuş dalgın bir şekilde enginleri seyrediyordum.

             Buğday ekili tarlaları, meyve ağaçlarını, uzaktan bakıldığında kırmızı bir örtüye bürünmüş gibi görünen gelincik kümelerini, ağaçların üzerinde cıvıldaşan serçe kuşlarını izliyordum.

             Bir ara başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. bir kartal gökyüzünün hakimi benim dercesine daireler çizerek süzülüyordu.

             Doğup büyüdüğüm köyüm geldi aklıma… Teşteği, gavur gölünü, ulu pınarı ve uçsuz bucaksız karayazı düzünü düşündüm…

             Susuz bir yerdi Karayazı. Köylüler, sabah serinliğinde orakla buğday biçerken parmaklarına taktıkları elçek ile orak sesleri kaplardı karayazı düzünü. Her tarlanın başına güneşten korunmak için çatma kurarlardı. Bir dikili ağaç bile yoktu. Öğle yemeğini çatmanın gölgesinde yerlerdi. Köyden Karayazı’ya su ve ekmek taşırdım çocukluğumda. İnsanın yaşamında en mutlu günler çocukluk yıllarıydı. O yaşta çok ufak şeylerle mutlu olurdu insan. Gelecek düşüncesi yoktu, gün o gündü ve hep öyle gidecek sanırdı…

            Bir ay boyunca tüm köylüler, Karayazı düzünde biçilmiş ekinleri taşlı yollardan köydeki harmana taşırdı. Bu harmanı taşımak  ise ayrı bir marifet gerektiriyordu. Zorlu bir yaşam olsa da çocukluk yıllarının mutlu günleriydi…

               Telefonuma bir mesaj gelmişti “Abi tosun emmiyi unutma” “yazıyordu. Uzun ince boylu, insana güven veren duruşu, ağırbaşlılığı ve sözü, sohbeti dinlenen tosun amcayı unutmak mümkün değildi. Okuryazarlığı bile askerde o zamanlar Ali okulunda öğrenmişti. Bürokraside tanımadığı hiç kimse yoktu. Valisi, kaymakamı, jandarma komutanı, yolu oradan geçen herkes tosun emminin bahçesinde bir çay içmeden gitmezdi. Evi yolun hemen kenarında bahçe içindeydi.

          Birde uzun boylu iri yapılı, pala bıyıklı, insana güven veren duruşu ile Ziya Amca vardı. Başındaki sekiz köşe şapkası, şalvarı ve beline bağladığı acem kuşağı ile daha da heybetli görünüyordu. Ziya amcanın da Elazığ’da tanımadığı üst bürokrat yoktu. Yolda gezerken bile karşısına çıkan bir tanıdığına,  çay, kahve ikram etmeden veya yemek yedirmeden bırakmazdı. Bir kahveye oturduğunda hemen tabakasını çıkarıp bir sigara sarar, tabakasını masanın üstüne bırakır, büyük bir iştahla sigarasını tüttürürdü.

            Tosun Amca ile Ziya amca zamanın ileri görüşlü, saygın, sözü dinlenen kişileriydiler. Benim için gökyüzünün kartallarıydı onlar.

       İkisi de ışıklar içinde uyusun, cennet mekanları olsun. Onlar gitti ama anıları hep yaşayacaktır…

         Oturduğum yerden kalkıp yavaş yavaş aşağıya istasyona doğru yürümeye başladım. Doğu ekspresi gelecekti az sonra. Sevdiğim Hazal da geliyordu. Onu görmek için zamanı iple çekiyordum. Dakikalar saat, saatler gün gibi geliyordu bana. İstasyona vardım, bir kanepeye oturdum.  Sonra tren istasyona yanaştı. Yolcusunu bekleyenler büyük bir heyecanla trenin durduğu yerde sıralandılar. Az sonra kapılar açıldı, yolcular inmeye başladılar. Hazal da inmiş etrafına bakınıyordu. Beni görünce koşar adımlarla yanıma geldi. Birbirimize sarıldık dakikalarca, ayakta öylece kalmıştık. Daha sonra valizini aldım el ele tutuşarak yola koyulduk.

            İnanılmaz bir mutluluk içindeydik. Büyük bir sevinç ve heyecanla evimize, yuvamıza doğru yol alıyorduk.

          Hazal, ilk defa geliyordu bu koca şehre… Şaşkın gözlerle etrafına bakarak yürüyordu. Bir ara durup gökyüzüne doğru baktım. Kartal gözden kaybolmuştu ama bir kuş sürüsü dans edercesine daireler çizerek  süzülüyordu uçsuz bucaksız gökyüzünde… Kendi kendime “gitmiş” diye mırıldandım. Hazal anlamamıştı; “ne dedin?”diye sordu;

             “Kartallar gitti, gökyüzü kargalara kaldı…” dedim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.