PEMBE BİBERON

Gövdesine ve dallarına Türkan Teyzenin söylediği şarkıların sözlerini astığımız söğüt ağacının önünden akan nehirde çırılçıplak yüzmeyi öğrendiğimiz günlerdi.

Çocukluk ateşinin coşkusuyla hiç tereddüt etmeden suya dalardık. Soğuk su cildimizi sızlatıp yakardı; ama biz yüzmekten ve oyun oynamaktan vazgeçmezdik. Güneşin gidişine yakın pembeden mora çalan dudaklarımızla titreyerek çimlerin üzerine gelişi güzel attığımız külot, pantolon ve tişörtlerimizi giyerdik. İvecenlikle birbirimizin giysilerini giydiğimiz anlarda, katıla katıla gülerdik.

Gülmekten karnımıza ağrıların girdiği o yaz akşamlarının birinde tişörtümü ve pantolonumu suya düşürdüm. Eve yarı çıplak gitmeyi göze alamadım. Arkadaşlarım; “gel seni aramıza alalım, ortamızda yürüyerek eve kadar gidersin” diye öneride bulunsalar da bu düşüncelerine katılmadım. Eğlence konusu olacağımı biliyordum. Her fırsatta anlatıp gülecekler, beni sinir edeceklerdi.

Pantolon ve tişörtümü hiç su kalmayınca değin iyice sıktım. Kuruması için söğüt ağacının dalına asıp beklemeye başladım. Beklemekten sıkılınca nehir boyunca yürümeye karar verdim. Arkadaşlarıma uzaktan el salladım. Birazdan gelirim dercesine. Söğüt ağacından yüz adım ötede duran; ”nehre bu kocaman taşı kim düşürdü,” diye şakalaştığımız kayanın üzerine oturup etrafı seyre daldım. Ayaklarım küçük çakıllara değince, kayanın içe doğru kıvrılan bölümünde siyah tüylü bir şey gördüm. Eğilip dokundum. Yumuşacıktı. Küçücük simsiyah bir köpek yavrusu. Ölmüştü sanırım. Boğulmuş olmalı. Hemencecik sudan çıkarıp çimlerin üzerine yatırdım. Kulağımı göğsüne dayadım. Nefes almıyor gibiydi. Kafasını, boynunu yokladım, gözlerine baktım yaşadığına dair hiçbir belirti yoktu. Karnına dokundum. Su doluydu. Davul gibi şişmişti. Arka ayaklarından tutup incitmeden kaldırıp salladım. Sol elimle de karnından boynuna doğru sıvazladım. Ağzından yosun yutmuş gibi yeşil su sızıyordu. Yaşadığına dair hiçbir belirti yoktu. Yeniden yere yatırdım, ağzını açıp nefesimi üfledim. Kımıldamıyordu. Ölmüştü sanırım. Üzülmedim dersem yalan olur. Üzüntümü  fırlatıp nehre attım. Yeniden karnına dokundum. Bıkıp usanmadan masaj yapmaya devam ettim. Ağzından su damlıyordu. Bütün gücümle arka arkaya nefesimi üfledim.  İzledim. Sanki burnunda titreşim vardı. Dikkatlice baktım. Yanılmıyordum. Burnu titriyordu. Kulağımı göğsüne yasladım. Soluk almadan dinledim. Çok cılız da olsa nefes alıyordu. Bir kez daha ayaklarından tutup baş aşağı salladım. Öksürür, hapşırır gibi yaptı. Ağızından kirli su akıyordu. Yeniden çimlerin üzerine yatırdım. Siyah tüylerini masaj yaparak okşadım. Ayaklarının üzerine kalkmaya çabaladı. Birkaç hamle yapsa da başaramadı. Kucağıma alıp çıplak karnıma yasladım. Sıcaklığımı hissetsin istiyordum. Hoşuna gitmişti. Kıvrılıp sırtını karnıma yasladı. Kuyruğunun ucunun iki santimlik kısmı beyazdı. Aynı beyazlık göğsünde de vardı. Sanki özel olarak boyanmıştı. Biraz zaman geçince kendine gelir gibi oldu. Çimlerin üzerine bıraktığımda yürüyordu. Bitkin ve halsizdi. Patilerini güçlükle atıyordu. Kucağıma aldım. Söğüt ağacının yanına kadar taşıdım. Tişörtümü ve pantolonumu giymek için çimlerin üzerine bıraktım. Güneş gitmiş, hava da kararmaya başlamıştı. Bir an önce eve ulaşma isteği içindeydim. Uzaktan köpek havlaması geliyordu. Koşar adımlarla eve gittim. Sütün içine ekmek doğrayıp iyice ezip bulamaç yaptım. İlgilenmedi. Ağzını dahi sürmedi. Uyku ile uyanıklık arasında göz kapaklarını açıp kapatıyordu. Anneannemin şalına sarıp sarmaladım.

Türkan Teyzeden biberon almak için koşarak evden çıktım. Çocuğunun ölümünden sonra delirdi diyorlardı. Cenazeden sonra kocası onu yapayalnız bırakıp gitmiş; bir daha geri dönmemişti. Kimsesi yoktu. Dikiş dikerek yaşamaya çabalıyordu. Torba, çarşaf kenarı, yastık ve yorgan kılıfı gibi basit, ustalık gerektirmeyen dikiş işiyle uğraşıyordu. Pek sokağa çıkmazdı. Alış-veriş işlerini ben ve arkadaşlarım yapıyorduk.

Giriş kapısı açıktı. Aynı hızla içeri daldım. Türkan Teyze dikiş dikiyordu. Makinenin ritmik sesi ve mırıldanarak söylediği şarkı dünyayla bağını kesmiş gibiydi. Yanına kadar gidip Türkan Teyze, diye bağırınca oturduğu tabureden zıpladı:

“Korkuttun beni. Dalıp gitmişim.”

“Korkacak ne var ki, Türkan teyze?” “Ha ha ha ha ha…” diye mırıldandı. “İnsan korkuya  yaslanarak yaşıyor çocuk! Korkmasaydım şimdiye değin ölürdüm.”

“Türkan Teyze sende biberon var mı?”

“Biberon?… Hımm… Biberon?… Ne yapacaksın biberonu?”

“Hiç, şey bir köpek yavrusu var da ona süt içireceğim.”

“Köpek yavrusu mu? Nerden buldun köpek yavrusunu?”

“Nehrin kenarındaki kayanın altındaydı. Boğulmuş herhalde. Ölmek üzereydi. Eve getirdim. Hiçbir şey yemiyor.”

Tahta sandığı açıp içinden pembe biberonu çıkardı. Sabunlu suyla yıkayıp kuruladı. Ilıttığı sütü içine doldurup uzattı.

“Azar azar içir. Hepsini içirme hasta olur.”

“Teşekkürler, Türkan Teyze!”

Koşar adımlarla geri döndüm. Biberonun emziğini ağzına götürdüm. Uyuyordu. Ağzını hafifçe açıp emziği itmeye çalıştım. Uyanır gibi oldu. Çenesi hareket etmeye başlamıştı. Emiyordu. Biraz bekledim. Türkan teyzenin uyarısını hatırlayınca biberonu geri çektim. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Niye çektin der gibiydi.

“Bir saat sonra yeniden içireceğim. Sabırlı olmalısın” diyerek kafasını okşadım.

Türkan Teyzeyi “Deli Karı” lakabıyla çağırıyorlardı. Küçük kızının cenazesinde herkes ağlayıp dövünürken, o dans ederek bağıra bağıra şarkı söylemişti.

Uzun zaman çocuğu olmamış. On iki yıl sonra bir kız çocuğu doğurmuştu. O da bir yaşına gelmeden ölmüştü. Neden öldüğünü kimse bilmiyordu. Söylentiye göre kocası yanlışlıkla… Kızının ölümünden sonra Türkan Teyze başka bir dünyadan gelmiş gibiydi. Annem, babam, komşular ve bütün mahalleli önceleri:

“Kendinde değil, acısından ne yaptığını bilmiyor!” diyorlardı. Herkes ona acıyan gözlerle bakıyordu. Zaman geçip de Türkan Teyze değişmeyince, ona acıyanlar artık deli gözüyle bakmaya başlamışlardı. Bir tek anneannem:

“Acı yumağına döndü. Yaşadığı sürece, içten içe yanan ağaçlar gibi hep yanacak yavrucak.” diyordu.

Çocukların dışında kimseyle konuşmuyordu. Mahalleden biri konuşmak istediğinde elleriyle kulaklarını kapatıp hızlıca uzaklaşıyordu. Sürekli şarkı söyleyip dans ediyordu. Nerede bir şarkı sesi duysak Türkan Teyzenin varlığından haberdar oluyorduk.

Sabah uyandığımda anneannemin şalına baktım, boştu. Sarıp sarmaladığım köpekçik yoktu. Katlarının arasından usulca sıyrılıp gitmiş olmalı. Hemen odadan dışarı fırladım. Çitlerle çevrili bahçede beyaz bir köpek vardı. Dış kapıyı anneannem mi açmış acaba? En erken o uyanırdı. Minicik siyah yavru, beyaz köpeği iştahla emiyordu. Beyaz köpek, mutluluktan kafasını gökyüzüne çevirmiş, sanki güneşi izliyordu. Şaşırıp kaldım. Aklım, ne yapacağını bilemememin tedirginliği içindeydi. Sessizliğimi bozmadan bekledim. Türkan Teyzenin değişiyle hipnotize olmuş gibi anne ve yavrudan gözlerimi ayıramıyordum. Öylece kalakalmıştım. Türkan Teyzenin rüzgara söylediği şarkı kulaklarımda, kıpırdamadan onları seyre daldım. Hareket edersem yaşam bozulacaktı. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.