TİLKİLERLE DANS

“ Dinini tilkiden öğrenirsen, tavuk çalmayı sevap sanırsın”
MEVLANA
Her ulusun kendine özgü bir dansı vardır. İspanya’da flamenko, Küba’da salsa, Brezilya’nın geleneksel dansı Samba, Arjantin’in geleneksel dansı Tango gibi dans çeşitleri vardır. Bu danslar eğitmenler aracılığı ile kuşaktan kuşağa aktarılır. Çünkü bir ulusun kültür değerlerinin parçasıdır.
Tilkilerin de, kendine has bir dans şekli vardır. Bu dansın eğitmeni yoktur, sadece tilkilere özgü bir dans türüdür. Bu dans ancak tilkiler kadar kurnaz ve aklını her türlü düzenbazlığa yoran kimseler tarafından büyük bir ustalıkla yapılır.
Annem, bir gün kucağında bir tilki yavrusu ile eve gelmişti; ”Annesini avcılar vurmuş zavallının” dedi. Ufacık-tefecik bir yavru, mahzun,mahzun bakar, kuyruğunu sallayarak gelir ayaklarımın önüne yatar, dizlerime başını, kulağını, kuyruğunu sürer kendini sevdirmek isterdi. Ben çok sevmiştim bu yavru tilkiyi. Gittiğim her yere götürüyordum. Hiç benden ayrılmıyordu. Bütün imkanlarımı zorlayarak onu besliyordum. Birkaç yıl sonra büyüdü, gelişti, ona büyükçe bir barınak yaptım. Bir gün baktım ortadan kayboldu, akşama doğru barınağına yanına başka bir tilki ile dönmüştü. Ben, mecburen ikisine de bakmaya başladım. Nereye gitsem peşim sıra geliyorlardı. Onların karınlarını doyuruyordum.
Belli bir süre sonra tamamen büyüdüler, geliştiler, ele avuca sığmaz olmuşlardı. Bu yıllar içinde hiç kimse bana, “Bu tilkilere bu kadar bakma, tilkiler nankördür, gün gelir seni de yemeye çalışırlar “diye söylememişti. Oysa tilkileri çok iyi bilen tecrübeli büyüklerimiz de vardı.
Yaptığım barınakta yaşıyorlar, dışarı çıktıklarında kendi başlarına avlanıyorlar ve karınlarını doyuruyorlardı. Bana ihtiyaçları kalmamıştı. Barınağın önünden geçerken eskisi gibi koşup dizlerime sarılmıyorlar sadece kızgın bakışlarla beni izliyorlardı.
Kendime bir azık çantası hazırlayıp evden ayrıldım. Arkadaşlarla buluşup piknik yapacaktık. Gideceğim yere varmak üzereydim. Derenin kenarında birdenbire iki tilki de karşıma çıktı. Bana ters ters bakıyorlar azgın dişlerini gösteriyorlardı. Onlara doğru bir hamle yapmak istedim, hırlamaya başladılar. Bana saldıracaklarını anlayınca hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Elimde bulunan azık çantasını almak istiyorlardı çünkü hep yemeye alışmışlardı ve yedirmeyince düşman olmuşlardı bana. Birisi sıçrayarak elimdeki azık çantasını keskin dişleri ile yakaladı. Ben vermek istemiyordum, o var gücüyle çekiyordu. Diğeri ise aniden saldırıp sağ ayak bileğimi sivri dişlerinin arasına alarak sıkmaya başladı. Ben can havli ile elimdeki azık çantasını bıraktım. Çantayı alınca diğer tilkide ayak bileğimi bırakarak uzaklaştılar. Benim canım yanıyordu. Bileğimde akan kanın sıcaklığını hissediyordum. Az ileride durup azık çantasını parça parça ettiler. İçinde ne varsa hepsini büyük bir iştahla yiyip gittiler.
“Besle kargayı gözünü oysun gözünü” sözü tamda buymuş işte. Besleyip büyüttüm, kendilerine yaşayacakları büyükçe bir barınak yaptım, mükafatını böyle almıştım. Bir ayağım kanlar içinde ve ben ıssız bir yerde yalnız başınayım…
Yaralı halimle kendimi bir hastaneye atmıştım.Bir ay sonra ayak bileğimdeki diş izleri kapanmaya başlamıştı ama bana yapılan bu nankörlük yüreğimde derin izler bırakmıştır.Hatırladıkça hep içim sızlar. Bunca olaydan sonra öğrendiğim bir şey vardı;
Benim yapabileceğim iş değildi tilkilerle dans etmek…