GÜNEŞ İKİYE BÖLÜNDÜ

Dışarıda asi bir Mayıs güneşi vardı. Toprağa bağdaş kurarak oturmuştu. Yekinip kalktı. Sessiz adımlarla ilerledi. Siyah giysiler içindeydi. Beline kadar inen bakır saçlarıyla arkadan bir kadına benziyordu. Yürüyüşü erkek gibiydi. Kadın ve erkeğin birbirinin içinde erimiş haliydi. Tek bedende iki cinsi birden taşıyordu.
Taşa dokundu, sonra sırtını soğuk taşa dayadı. Taştan serin uğultu geliyordu. Ürperdi. Çünkü ürpertici bir şüpheyle esiyordu rüzgar. Rüzgarı dinlemeyi öğrenmişti. Rüzgarın uğultusundaki bütün bilmeceyi çözebiliyordu. Bütün bildiklerini mağaranın duvarlarına kazımıştı. Şimdi bu mağaranın ağzında, bu mağaranın bir parçası gibi duruyordu.
Kollarını yukarı kaldırdı. Avuçlarını göğe doğru açtı. Dua etmiyordu. Yalnızca şükranlarını sunuyor, belki de unuttuklarını hatırlıyordu. Mağaranın üstünden taşlar düşüyordu. Taşları avucuna aldı. Taşlar soğuktu. Gece boyunca ayazda kalmışlardı. Bir mucize gibi taşlara sıcaklığını verdi.
Güneş ikiye bölündüğü anda geldin.
Bu, iyiye işaret.
Güneş ikiye bölünür mü?..
Bölünür…
Sen hayal edersen…
Hem hayal etmesen de bölünür.
Nasıl?..
Gülümsedi.
Öğreneceksin.
Etrafta kimse görünmüyordu. Kiminle konuşuyordu? Belki de mağarada birileri vardı.
Sen masalları seversin çocuk, dedi.
Bana mı diyordu?..
Beni görmesi olanaksızdı. Delikli kayanın içine saklanmıştım. Sessizlik içinde izliyordum; ama içimden geçen soruların yanıtlarını veriyordu.
Giysilerini çıkardı. Dağın güneşiyle bronzlaşan bedeni, ince gövdesini daha dehşetli bir güzelliğe büründürmüştü. Üzerine oturduğu taş güzelliğinin ateşiyle terliyordu.
Umut dolu bakışlarında adanmışlığın izleri okunuyordu. Onun iki kalbi vardı. Birisiyle aşktan, diğeriyle sırlardan söz ediyordu. Saçlarında rüzgarın ve yağmurun bıraktığı izleri sezebiliyordum.
Kulağıma üfler gibi gelen ılık nefesi, sessiz masallar anlatıyordu. Bilgelerin dilinden, mühürlenmiş dudaklarından süzülmüş masallardı. Ucu ucuna eklenmiş tılsım, efsun, fal, büyü yumağı gibi masallardı.
Ayda yüzen balıkları gördün mü?..
Ayda balık yüzer mi?..
Hayallerini nereye sakladın?..
Ne çok hayal kurardın, senin hayallerini dinlerken arkadaşların kitaplarını kapatır, yüzlerini sana çevirirlerdi. Teneffüs saatini unutur, zilin sesini duymazdık.
Unuttun mu bunları?..
Ay’ı yakalamak için göle atladığını anımsamıyor musun?
Benimle konuşuyor.
Tabii ya rüzgarı dinlediğini unutmuşum.
Yüreğime vuran ilk dalganın sesini dinlediğimde, aralık duran dudaklarından öpmek istedim. Tenime dokunmasını istedim. Sihirli parmaklarla bedenimin ısısının değişmesi istedim. O, çocukluğumun düşüydü.
Hayranlıkla izlediğim hayatın, olanaksızlığıydı.
Ona dokunamazdım. Ne geçmişte, ne şimdi.
Benimkisi, arzulamayı; ama dokunmamayı ilke sayan çocuksu aşk idealimi koruma özlemiydi.
Korku iyi bir zırhtır, deyince ürperdim.
Yaralarının kokusunu alıyorum, demeyeceğim?..
Başkalarının sırları, bizim anlamadığımız ve paylaşmadığımız ıstıraplardan başka bir şey değildir.
Delikli taşın içinden çıktım ve yürümeye başladım. Sesimin yankısını duyuyordum.
Yalnızca hatıralar kaldı aklımda. Zamanın içinden geçerek eskiyen hatıralar. Şimdi o hatıralar, benim hafızamda biraz daha eskidiler.
Doğarken ve büyürken neşeliydim. Hayallerim, güneşin ısıttığı toprakların masallarıyla büyümüştü.
Güneşin olmadığı topraklara sürüldüm.
Elbirliğiyle içimdeki ışığı öldürmek istediler.
Onlar güneşi bir günah, bir hastalık gibi gördüler.
Bedenimdeki mutluluk izlerini yok etmeye çalıştılar. Zorbalığa yenik düşen bedenim, öğrendiği her şeyi unuttu. Belki de bu nedenle hayallerimi sakladım.
Tutkuyla hayallerimin peşinden giderken, avcıların kuytuda beklediğini bilmeyecek kadar masumdum.
“İnsanların söylediklerini dinleme. Yaptıklarına bak.” derken elime ne kadar önemli bir anahtar verdiğini anlamam uzun sürdü. İnsanlarda olmayan, tutku ve sadakati aradım.
Gitmiştin…
Bu mağarada yaşadığını öğrenene kadar senden haber alamadım.
Seni bulmak için yollara düştüm, neredeyse yedi yılımı bu uğurda harcadım.
…
Ben boynumu eğdim.
Zaman, rüzgar gibi başımın üstünden akıp gitti.
…
Epeydir beni izliyorsun.
Evet.
Bak şuradaki köpeği görüyor musun? Keskin burnuyla toprağı, ağaçları, yaprakları kokluyor. Tazeymiş gibi eski ve gizli kokuları takip ediyor. Burnunun ucu ıslak. İz bırakıyor. Yalnızca sidiğiyle değil, burnuyla da bırakıyor. Bir kurt gibi uluyor. Her saniyesi son saniyesiymiş gibi ulurken ne anlatmak istiyor bize?..
Tutku ve sadakat arıyorsan, yalnızca atlarla ve köpeklerle yoldaşlık edeceksin. Tutku ve sadakatin saf anlamını onlar öğretirler.
İnsanlarda aramaya kalkarsan, bulman zorlaşır. İnsanlarda eylemi aramak lazım. Eylem, benim için önemli bir ölçüdür. Anımsadığım tüm anılar, eylemlerle belleğime kazınmıştır.
Orada rüzgar esiyor. O köpekle konuşmalıyız. Eninde sonunda konuşacağız. Köpekler sadakati bildiği kadar, merhameti ve hüznü de bilirler.
Kokuyu takip etti ve sonunda buldu. Çiftleşiyorlar. İnsanın dışında hiçbir mahluk yüzyüze bakarak çiftleşmez. Çiftleşirken birbirlerinin gözlerine bakmaz.
Onunla geçirdiğim şu sınırlı zaman, hayatımdan bile daha uzunmuş gibi geldi bana. Çünkü yankısı dinmeyecek bir an yaşıyordum.
Bir yakarış, bir şiir, bir uğultu, bir çığlık gibi bir etki bırakmıştı. Bütün rutin darmadağın olmuştu.
Siyah keçiyi yanında getirmişsin.
Keseceklerdi, değil mi?
Evet.
Siz nasıl biliyorsunuz bunu.
Bütün bilmece, rüzgarın sesinde gizli.
İkisini kurtlar parçalamış. Yalvarıp yakarıp ikna ettim. Sabaha kadar ona bakarım, onu kurtlardan korurum, geceler boyu uyumaz başında beklerim, ne olur kesmeyin keçiyi dedim? Sonunda tamam dedi. O akşam kasapla konuşurken duydum. Keseceklerdi. Ben de geceleyin alıp dağa çıktım. Üç gündür dağlardayım.
Yanına gelmek için kendimle çok savaştım.
Bir konuşmamızda bana: “Devamlı gençlik düşlerinden söz ediyorsun, ama sürekli bir düzene bağlı yaşıyorsun” demistin.
Yaşamın bu çok abartılmış yıllarının, çabuk örselenebilir, yontulmamış, zamanın terazisinde tartılmamış bir dönem olduğunu, geçip gidince anladım.
Artık bütün zamanımı ozanları okuyarak geçiriyorum.
Ozanlar beni hoşluk ve güzellik içinde bir evrene sürüklüyor. Bu evren bizimkinden o kadar farklı ki, yerleşmem olanaksız…
Arafta kalıyorum.
Arafta kalmak yanıltır.
Ozanları okumak önemli.
Ben en karmaşık ve en anlaşılmaz olanları okuyorum. Bu beni düşünmeye itiyor. Önüme gizemli kapılar açıyor ya da yitirdiğim izleri bulmama katkıda bulunuyor.
Bir kuşu ya da toprak altındaki nehirlerin akış damarını izleyerek yaşamı yeniden yazıyordum.
Sizi dinlemek, esrik bir düşün içinde dolaşmak gibi.
Okul yıllarımdan beri size hep öykündüm.
Şimdi, zamanın altında ezilir gibiyim.
Geç kalmışlık duygusu yaşıyorum.
Uzur süredir uykusuzluk çekiyorum.
Kendini olayların akışına terk etmeye güvenmeyen kişilerde görülür, uykusuzluk.
Sizin gibi olmak istiyorum.
Sence bu olanaklı olabilir mi?.. Bilincimiz, deneyimlerimiz, bakışımız, gözlemimiz v.s hepsi farklı. Farklı olması da olağan. Çaban, benim gibi değil, kendin gibi olmaya doğru evrilmeli.
Öyle de olmuş; ama sen farkında değilsin.
Her insan, kendi gibi olmaya uğraşmalı.
Zamanın ruhunda gezinmeyi, içine, bir kuyuya iner gibi inmeyi, uzaklaşıp bir dağın zirvesinden bakmayı öğrenmeli.
Yaşamına başkasının yaşamıymış gibi bakabilmek için aklının sınırlarını zorlamalı.
…
Gün geceye dönmüştü. Gece bitsin istemiyordum, gece bitince yıldızlar kaybolacak. Yıldızları olmayan bir gökyüzü istemiyordum.
Benim amacım; sözcüklerle ve masallarla zafer kazanmak değil.
Tanrının olmadığı bir dünyada yaşamak istiyorum.
Bu çok zor.
Biliyorum.
Evrendeki her şey değişiyor, bozuluyor, ölüyor ve yenileniyorsa tanrı nasıl istisna olabilir?..
Nefret yok, şüphe yok, kıskançlık yok, yalnızca bedenin isteklerinin yerine yetirildiği aşk kokan bir dünya var.
Öyle bir dünya?..
İnsan doğduğu yeri bilirse…
Yaratılabilir.
İnsanın asıl doğduğu yer, kendini teslim ettiği ve düş içinde büyüdüğü yerdir; benim ilk toprağım kitaplar ve bu mağara olmuştur.
Sırların olmadığı beşiğe dönseydik, pusulamız güneş olurdu.
Onun peşinden gitmeye karar verirdik.
Toprak kadar güvenli, deniz kadar bereketli olurdu.
İnsan ilişkileri aslında bir savaş üzerine kurulu.
Güven zarları atılmadan, herkes kendi oyununu kurmaya çalışıyor.
Halbuki; oyun kurmadan, güven zarlarını atmak gerekir.
Çıplak toprak üzerinde yarı uykulu yarı uyanıktı. Sanki hayaller dünyasında dolaşıyordu. Yüzündeki dinginlik ulaşılmazdı. Ona dokunmasam da düş fırtınalarının içinde savrulup duruyorum.
Çobanların öğrettiği kavalla bilmediğim ezgiler üflüyordu. Kavalına ıslıkla eşlik etmeyi öğrendim.
Aramızda hiçbir zaman bedensel bir yakınlık olmadı. Onun yerini sıkı sıkıya, iç içe girmiş iki kafanın teması almıştı.
Dostluk, tüm benliğini verdiği bir seçimdi. Benim yalnızca aşık olduklarıma verdiğim gibi kendisini bir dosta tümüyle veriyordu.
Karar vermektense, gözlemeyi bana onun açık zekası öğretti.
Pek sık rastlanmayan bir kafası vardı. Konuya egemen olduğu zaman sanki olayların içindeymiş gibi her şeyi sezip görebiliyordu.
Bütün sıfatlarından sıyrılmış,
özgür olmayı seçmişti.
Uykuya dalar gibi konuştu.
Aşk; mantık ile paranın güvenli sağduyu sandığına girmeyen tek
is yan kar dır.
Yaşadığımız yıllar değil,
yaşadığımız aşklardır ömür…