ÖZGÜRLÜK

Tarihinin, en koyu ve en karanlık gecesiydi.
Kale, nöbet yerinde, herkesin bildiği bir nedene ağıt yakıyordu.
Başımı ağıda yasladım.
Geçmişten daha iyi, bir dert ortağı yoktu.
Yankısı, gece boyunca dinmedi.
Başlangıcı ve sonu belirsizdi.
Bütün yasalar üzerime yağıyordu.
Her yanım kan revan.
Kalabalıkların öfkesi, aşıkların sevdasıydım.
Köşe başlarında gazete okuyan gençlik.
Misket yuvarlayan çocukların şamatasıydım.
Küresel dünyanın parmak uçlarında dönen para,
Herşeyi süpürüyordu.
İşte Ulus Meydanı!
Soğuk ve gölgesiz bir günden süzülüp, Kale’ye sığınmış.
Kimseye eyvallahı olmayan Kızılay, itaatten müebbet almış.
Ele avuca sığmayan Tunalı Hilmi, bir taş kadar suskun.
Ülkenin acılarından doğan Çankaya, bir yalana dönüşmüş.
Gençliğimden gençlik, umutlarımdan umut çalan
Ankara!
Bütün şüpheleri ve korkuları cüzdanında taşıyordu.
Kalbi sevmeyi terk etmiş.
Nefreti; taşı, toprağı, gözyaşını, hatta feleği teslim almıştı.
Ağıda yasladığım başım, çıplak toprağı dinliyordu.
Kedilerin havayı koklaması,
Neyin belirtisiydi?
Gece sona mı eriyordu?
Bütün özlemim, ütopyası olan bu şafağı,
Dünyanın en neşeli sabahına dönüştürmekti.
Ben, bu sabahı, boş yere mi hayal ettim?
Eyleme dönüşmeyen düşüncelerim, olanaksız mıydı?
Özgürlüğe açlığım, korkutucu, hatta, öldürücü müydü?
Aklımın aynası parçalara ayrılsa da,
Nihayetinde, ben bir düşünceydim.
Kolektif mucizeyi arayan.
Ölümün savurganlığına aldırmadan.
Çölde dinmeyen çığlık,
Ormanda yeşil sessizlik,
Karanlığın tutsak edemediği ışık,
Evrenin doğurduğu güneştim.
Yoksulların sırtında,
Varsılların kasalarıyla yürüyen kervan!
Günahı ve sevabı,
Cenneti ve cehennemi, sunsan da soframa,
Kaygılardan ve korkulardan sıyrıldım.
Soğuk, duru ve gölgesiz zihnimden süzülen sözcükler diyor ki;
Özgürlük, günahtan da sevaptan da önceydi.