FELEĞİN ZORUNA BAK

Aşağıdan gelir yârime benzer
Saçları Turnanın teline benzer…
Rüzgar gibi geçmişti yıllar. Saçlar beyazlamış, dizlerde derman, gözlerde fer kalmamıştı artık. Yıllardır yalnız yaşamanın ve kimsesiz kalmanın verdiği hüzün ve acının izleri belirgin bir şekilde yüz hatlarımda görülüyordu.
Bu yaşamı hak etmiyordum ama belki benim hatalarım belki de kaderin bana ettiği eza ve cefaydı. Onun için hep küskün kaldım kaderime…
Kimsesiz bir handa uyumak istiyordum, gözlerimi kapatıp hayallere dalmak, çektiğim acıları bir an olsun unutmak ve çocukluğuma gitmek duygusu kaplıyordu içimi.
Teştek’in düzü geldi aklıma. Cip barajından kanal yoluyla gelen su ile
suladığımız şeker pancarı tarlalarını anımsadım. Ulu pınarda, Gavur gölünde ve aşağı derede ırmağın üzerindeki tarlalara ekilen domates, biber, salatalık, patlıcan, kavun, karpuz tarlaları geldi gözümün önüne.
Karayazı’da susuz topraklara ekilen buğday, arpa tarlaları vardı. Yağmur yağmadığı seneler buğday ve arpa verimleri çok düşüyordu.
Köylüler yaz boyunca tarlada çalışmaktan eve gelip uyumayı bile unutuyorlardı. Geçim zordu, ve ayakta kalmanın ve hayatını idame ettirmenin tek yolu bütün yaz çalışmaktı.
Domatesleri sandık büyüklüğünde kasalara, patlıcan, biber, salatalıkları ise çuvallara doldurup traktöre yükledikten sonra şehre sebze haline akşamdan götürürlerdi. Sabaha kadar patlıcan çuvallarının üzerinde uyuduğumuz günleri unutmak mümkün değildi. İnsanın yaşamında bir ömür boyu kendisi ile birlikte yaşayan anılardı. Bedenlerinde taşıdıkları bir parçaydı sanki.
Sabah millet sebze haline gelince sandıkla domates, çuvalla biber, patlıcan, salatalık alırdı.
Yokluk günleriydi… Zorlu yaşam koşulları vardı ama birlikte olmanın, sırt sırta verip çalışmanın, sevginin, saygının olduğu zamanlardı.
Yaşam tek düze gitmiyordu. Acıları ile hüzünleri ile sevinç ve mutlulukları ile parçaların bütünüydü hayat.
Derin bir düşünceye dalıp geçmişe gidince aile içerisinde en çok kullanılan ve işleri düze çıkınca bir kenara bırakılan biri gibi hissediyordum kendimi.
Babamın “oğlum sen doğru dur, eğri belasını bulur. Yarına kalır ama yanına kalmaz kimsenin “ sözleri hiç aklımda çıkmaz.
Ölümünden 3-4 ay önce iki ay yanımda kalmıştı rahmetli babam. Çok anılarını anlatmıştı bana, çok sitemleri vardı bazı vefasızlara. Özellikle büyük oğluna ve kızına …
Bu iki aylık sürede birbirimizi daha iyi anlamıştık. Baba oğul gibi değil bir arkadaş gibiydik sanki. Işıklar içinde uyusun.
Ağaca sırtımı dayamış masmavi denizi seyrederken dalıp gitmiştim çocukluğuma… Uzaklardan gelen bir vapurun düdük sesi ile uykudan uyanır gibi sıçradım. Yerimden kalkmak istedim, kendimi çok bitkin hissediyordum. Tıpkı asırlık çınarlar gibi yorgundum.
Denizin durgunluğu dikkatimi çekmişti. Hiç dalga yoktu sanki denizde. Benim gibi yılların yorgunluğunu taşıyordu.
Hayatımın her saniyesine etki eden ve acılarla dolu yaşantımı anlatan bir türkü geldi aklıma;
Ne gün gördüm ne murad aldım
Hele şu feleğin zoruna bak…
Vicdanı rahat olarak yaşamak için hak edilmemiş çileler sanki olmazsa olmazlarımız.