Yoksa aşkta bir göç hikâyesi midir?

     İnsanlar yan yana geldiklerinde, hele ki tatlı bir atmosfer oluşmuşsa konuşacak konuların başında sizce ne geliyordur?

     Sizi yormayayım, ben söyleyeyim:

     Benim en çok üzerinde durduğum, bu konuda yazılar yazdığım konu geliyor:

     Aşk!

     Sevgi!

     Seviyoruz bu konu üzerine konuşmayı ve tartışmayı, her ne kadar ben bu aralar tartışmayı sevmesem de.

     Yine böyle tatlı sohbete daldık.

     Nasıl mı?

     Kemal Bilget’ in bahçesinde. Bir proje kapsamında buluştuk aslında. Saadet Türkmen’in bir projesiydi bu. “Göç hikâyeleri.” İsviçre’ de yaşayan altı yazarın buluşmasıyla. Üç yazar arkadaş özel mazeretlerinden dolayı katılamasa da biz beş arkadaş katıldık. Eğlenceli bir buluşma oldu, bunu baştan söyleyeyim. Bu buluşmanın en eğlenceli tarafıysa Elif Yıldırım’ın hazırlıklı gelmesiydi. Kocaman ve boş bir çantayla gelmişti. Giderken çanta tıka basa doldu ve bana gün boyu verdiği güzel öğütte şuydu: Bahçeye giderken hazırlıklı olacaksın Muhittin ama asla çanta götürmeyi unutmayacaksın!

     Şunu da baştan söylemek istiyorum, bunu hiç kimse unutmasın, söyleyeceklerimi kopyalayıp ona yollayın.

     O kim demediniz, artık hepiniz biliyorsunuz, onun platonik aşkım olduğunu.

     Bilmeli o, fikirlerime dair her şeyi bilmeli.

     Bir bahçede ne yapılırsa biz de onu yaptık. Yedik, içtik ve söyleştik. Sözler şaraba batırılınca -sanırım herkeste olmasa da bu- öyle iyimser oluyor ki, bırakın kabalaşmasını, hakaretleri içinde barındırmasını asla dinleyeni incitmiyor. Bu yüzden şarabı seviyorum ve aşkın içkisi olarak görüyorum. Eğer biri şarap içiyorsa ve ağzından şiddet dökülüyorsa bilin ki o şarap içmiyor içindeki nefreti dökmek için alkol alıyordur ve bilin ki o güzelliklerini içinde çoktan öldürmüş.

     Hep aşk vardır insanın hayatında, biri size aşka inanmıyorum derse bilin ki onun hayatında aşk daha çok vardır, o sadece inancını, güvenini yitirmiştir. Yapması ve bizim de yapmamız gereken onun inancını tazeletmektir.

      Söz döndü dolaştı aşka geldi; Kemal Bigeç getirdi ve bir soruyla getirdi.

     “Sizi en çok etkileyen aşk hikâyesi hangisi?” dedi.

      Herkes kendisinde ki aşk öyküsünü anımsadı, söyledi.

     Ani sorulan soru ben de ilk anda panik yaratır, yine öyle oldu. Güzel aşk hikâyeleri dinlemiş biri olarak o an aklıma hiçbiri gelmiyordu, bu yüzden en sona ben kaldım, zihnimi toparlamaya çalıştım. ‘Durgun Akardı Don’ (Mihail Şolohov) romanındaki aşk hikâyesi de beni çok etkilemişti. Benim yazdığım ‘İşgal’ romanındaki aşk hikâyesi de beni her anımsadığımda etkiliyordu. Ama bunu söyleyemedim, narsist olarak nitelendirilmekten çekindim nedense o an, yoksa söylerdim.

     Kemal kendisindeki aşk hikâyesini uzun uzun anlattı ve bizlerde uzun uzun dinledik. Anlattığı Kerem ile Aslı’ nın hikâyesiydi. Hikâyenin en etkileyen yanı da Kerem`in dişlerini tek tek çektirmesiydi.

      Aslı’ya aşkı büyüktü Kerem’in. Büyük olmasaydı bugünlere kadar gelir miydi bu epik aşk, gelmezdi. Kerem Aslı’ yı birkaç dakika görmek için Aslı’ nın dişçi olan annesine gidiyor, her gittiğinde bir dişini çektiriyormuş. Ferhat’ta Şirini için dağları delmiş.

     Çok insana aşkları büyük yapan da budur. Ne demek, birkaç dakika görmek için bir dişi feda etmek. Bunu kaç delikanlı yapar?

     Peki, ben yapar mıyım platonik aşkım için, dişlerimi, üstelik sağlam dişlerimi tek tek çektirir miydim sizce?

     O an Sezen Aksu’ nun bir şarkısındaki sözünü anımsadım, şöyle diyordu biz dinleyenlerine:

     “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk.”

     Vay be! Dedirtiyor.

      Aşk için ölmediğimizde aşkımız aşk olmuyor. Bu şarkıyı her dinlediğimde, bu söz her aklıma geldiğinde mapusta tanık olduğum anılar aklıma geliyor ve kendi yaşadığım.

     Kemal Biget’ in sözü bitmesine yakın, hatta tam bitmeden bir korsan gibi daldım sözüne, yoksa hemen sözü alacak arkadaşlar vardı. Bunu yapmamın nedeni bir aşkın bu kadar korkunç yaşanması ve marifetmiş gibi gururla örnek gösterilmesiydi.

     İşte bir aşk böyle olur, aşkınız için her şeyi göze almalısınız ki âşık olduğunuz belli olsun. Arkadaş anlatırken Kerem’ in ağzının dişsiz hali gözümde canlandı. Boş, karanlık kuyu gibi bir ağız, sadece damak. Ağzı kapanınca burunla çenenin birbiriyle buluşma hali… Hiç hoş gelmedi bu görüntü. Acaba Aslıya nasıl gelmiştir, önceki gibi yakışıklı bulmuş mudur Kerem mi? Dişsiz haliyle dudaklarından şehvetle öpmeyi hayal etmiş midir Aslı?

     Ve aşk için ölme, öldürme anı…

     Ee aşk için öleceksin öldüreceksin, yoksa aşk olmuyor.

     Bu tür aşklar bana şiddet içerikli geliyor. Bir insanın dişlerini tek tek çektirme hali ben de mazoşistliği çağrıştırıyor. Mazoşistlikte ve sadistlikte aşk barınamaz, yaşayamaz, yaşadığını söylemek yanılsamadır ve aldatmanın başka halidir.

     Sözü almışken kendi hikâyemi anlattım, anlatmasaydım bir daha hiç anlatamazdım.

     Mapustan yeni tahliye olduğum aylardı. Bir kadınla tanıştım, hoşlanmış, beğenmiştim. Tanımak istiyordum, onunda beni tanımasını istiyordum. Akşam serinliğinde Seyhan nehrinin kıyısında yürüyüşe çıktık. O anlatıyor ben dinliyorum. Az konuşan daha çok benim. Bu az konuşma halimle beni nasıl tanıyacak diye kaygılanıyorum. Hadi biraz da sen anlat dediğinde de, sor ki anlatayım demiştim. Uzun konuşmaları beceremediğimi ilk buluşmamızda anlamıştı. Yan yana yürürken rüzgârın taşıdığı kadın kokusu (galiba regl dönemindeydi) çok hoşuma gitmişti, bu yüzden yürürken daha yakın olmak istemiştim. Biraz yürüdükten sonra beton sete oturduk, arkamızı Seyhan’dan esen serinliğe vererek. Otururken aramıza bir karış mesafe koyduk, istedim ki o an bu mesafede olmasın. Ama bu ilk buluşmaydı.

     Bu sırada sağ tarafımızdan üç yağız delikanlı geliyordu, üç Adana yakışıklısı. Adım adım yaklaşıyorlardı. İkimizde üç gelen dıpçık gibi (Dipçik) gençlere bakıyorduk. Sorusuyla yüzümü yüzüne çevirdim. Korkunç bir soruydu bu benim için. O an biri beni görseydi kanımca bir beton direğe baktığını sanırdı.

    “Bu üç genç bana laf atsa ne yaparsın?”

    Beton gibi olduğumu hissettim o an, kendimi toparlamam uzun sürdü. Gelen üç gence ve yanımdaki güzel kokan kadına bakarak toparlanmaya çalıştım. Toparlanmak istedikçe zihnimde dolanan soruya takılıp kalıyordum.

    Ne yapardım?

    Ne yapmalıydım?

    Siz ne yapardınız?

    Kerem, Ferhat olsaydı bu üç genci haklar mıydı?

    Üç yakışıklı genci, “Siz nasıl laf atarsınız yanımdaki kadına” deyip dövmeli miydim, öldürmeli miydim?

    Ha bu arada üç yiğit delikanlıdan eşek sudan gelinceye kadar dayan yemek de vardı; üzerlerinde bıçak veya tabanca varsa mezara gitmek de.

    Hoşlandığım, güzel kokusuyla beni mest eden kadın için ne yapmalıydım? Kendisi için ne yapacağımı öğrenmek istiyordu, bekliyordu.

     Dürüstçe, yalana, abartıya kaçmadan, onun gözüne girmek için yapamayacağım şeyleri söylemeden bir yanıt vermeliydim ve bu yanıt beni yansıtmalıydı, beni ona tanıtmalıydı.

     Döverdim diyemezdim, öldürürdüm üçünü diyemezdim, bunları yapacak biri değildim. Kimse için bırakın dişlerimi çektirmeyi, dayak yemek, ölmek istemiyorum.

     Evet, istemiyorum!

     Kimse için ölemem, öldüremem, mapusa giremem, bu kadar net.

     Lakin o kalkıp nasıl bana laf atarsınız demiş olsaydı – ki laf atılan, taciz edilen kendisi, ben değilim- kendini savunsaydı, bu savunma sonucunda kavga çıksaydı, ben de o an yanında olan bir arkadaşı olarak kavgasını hiç tereddüt etmeden paylaşırdım, kavga sonucunda payıma düşene razı olurdum.

    Geçte olsa beklediği –aslında hiç beklemediği- yanıtı verdim:

    “Hiçbir şey yapmam!”

     Bana o an ki bakışını unutamıyorum, sert ve boştu, sonra bu bakışlar küçümsemeye dönüştü ve söyle dedi:

     “Sen ne biçim erkeksin! Bir de Adanalısın!”

     Bir aşk başlamadan bitti, o an!

     Erkek değildim (!)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.