HABER ALINAMADI

Bülbüle söyleyin dalına konsun
Bizi böyle eden Allah’tan bulsun…
Köy kavgası başladığında ‘’neden oldu, niçin oldu?’’ sorusuna cevap bulunmaz. Sudan sebeplerle başlayan kavga gittikçe büyür, bağırış çığırış sesleri birbirine karışır, kimin ne dediği anlaşılmaz olur. Kazmalar kürekler havada uçuşur. En sonunda silahlar patlamaya başlar ve herkes bir tarafa kaçışır. Tıpkı rüzgarda savrulan kum taneleri gibi kaybolup giderler.
İşte böyle bir köy kavgasında vuruldu Habip. Nereden geldiği belli olmayan bir kör kurşun sağ şakağından girmiş, Habip boylu boyunca yere serilmişti. Tepeden tırnağa kan içindeydi. Kimseyle bir husumeti yoktu. Köylüler arasında çıkan kavgayı ayırmak için araya girmişti ama kör kurşun gelip Habib’i bulmuştu.
Güzeller güzeli Suna gelin Habip’le birbirini severek evlenmişlerdi. Onların birbirine olan sevgisi, sevdası dillere destan olmuştu. Çok mutluydu Suna gelin. Yazıda yabanda Habib’le birlikte el ele vermiş çalışıyorlardı. Akşamları sıcacık yuvalarına yorgun argın döndüklerinde, sırtlarında taş taşımış olsalar bile onların birlikte oluşu mutluluğun en güzeliydi.
Kısa sürmüştü bu mutlulukları… Hiç yoktan, sebepsiz yere kaybetmişti sevdiğini.
Güzel bir yaz gününde tufan kopmuştu sanki. Gök gürlemiş şimşekler çakmış, yağmurlar yağmış, sel gelip yuvasını yıkıp götürmüştü.
Suna gelin üzüntüden yataklara düşmüştü. Tıpkı yaşayan bir ölü gibiydi. Her gün Habib’in mezarına gidiyor, saatlerce mezarın başında ağlayıp sızladıktan sonra eve geri dönüyordu. Annesi ve babası Diyarbakır’dan çıkıp gelmişlerdi. Bazen annesi de onunla birlikte mezara gidiyordu.
Güz ayları gelip çatmıştı. Suna gelin Habib’in mezarının başında oturmuş sanki karşısında Habip varmış gibi kendi kendine konuşuyordu. Bir süre sonra kalkıp köyün güney tarafından akıp giden Munzur suyuna doğru yürümeye başladı. Oraya vardığında suyun kenarındaki bir kayanın üzerinde oturdu. Büyük bir gürültüyle akan Munzur suyunu seyrediyordu.
Dersim de yaşanmış sevdaları düşündü. Cemo geldi aklına… Sevdiğinden uzakta dağların kuytuluk bir kenarında vurulmuştu bir aylık evliyken. Eşi askere giden ve bir daha dönmeyen Sultan ana vardı yıllarca yol gözlemekten bir deri bir kemik kalmış. Saçlarında bir tek tel siyah kalmamıştı zavallının.
Daha nice nice sevdaları düşünüyordu.
Sazcı Garip her yıl sonbaharda Köye gelirdi. Nereden geldiği, kimlerden olduğunu kimse bilmiyordu. ”Nerelisin ?” diye sorduklarında “Dersim den geliyorum” diyor başka bir şey söylemiyordu. Kırlaşmış saçları, hüzünlü bakışları ile derinden bir acı çektiği belliydi.
Köy köy dolaşıp saz çalıyor, türküler söylüyordu sazcı Garip. Köylüler de aralarında para toplayıp veriyorlardı
Öyle ağıtlar, öyle ezgiler söylüyordu ki dinleyenler hüzne boğuluyordu.
Kışı bitmez şu ömrümün bağının
Bir gün bahar gelecekmiş ne zaman?
Benim diyen her can dayanmaz buna
Kader bize gülecekmiş ne zaman…
Kaç bayram geçti, kaç mevsim geçti bilinmez ama o gün bu gündür Suna gelin den bir daha haber alınamadı…